Türkiye ekonomisinin en başta gelen, en köklü sektörlerinden biri kuşkusuz tekstildir.
Tekstilin geçmişi, Cumhuriyet’in sanayileşme atılımlarına kadar gider. Sümerbank’la başlayan üretim seferberliği, Nazilli Basma Fabrikası gibi yatırımlarla Anadolu’nun ekonomik dönüşümünün öncüsü olmuştur.
1980’lerin ihracata dayalı büyüme modelinde tekstil, Türkiye’nin dış ticaret fazlası veren ender sektörlerinden biri haline gelmişti. Sektör, 90’larda dünya markalarına üretim yapar hale geldi. 2000’lerde ise Avrupa vitrinlerinde Türk markaları görmeye başladık.
Pandemi döneminde, bir kez daha yıldızı parlayan tekstil ve hazır giyim sektörü, ihracat rekorları kırmıştı.
Ancak son üç yılda bu tablo tam tersine döndü!
Artan maliyetler, azalan siparişler ve istihdam kayıpları sektörü ciddi bir dönüm noktasına getirdi.
Bir zamanlar Türkiye’nin lokomotifi olan bu dev sektör, bugün yeni bir yön arayışında.
RAKAMLARLA TEKSTİLİN HİKAYESİ
1980’lerdeki ihracat atılımı, 90’lardaki markalaşma ve 2000’lerde Avrupa pazarına hâkimiyet… Bir zamanlar “Made in Turkey” etiketi kalite demekti, öyle değil mi?
Türkiye, sadece üretici değil; kendi tekstil makinelerini yapan, tasarım kabiliyetiyle Avrupa devlerine fasonun ötesinde hizmet sunan bir ülke haline gelmişti.
Biraz da rakamlarla konuşalım!
Şöyle bir geçmişe baktığımızda, mesela, 2017 yılında tekstil ve hazır giyim sektörleri, Türkiye toplam ihracatının %18,4’ünü oluşturuyordu. Dile kolay. İhracatın neredeyse 5’te 1’i!
Pandemi sonrası dönemde, 2021 yılında hazır giyim üretim endeksi %34,4 artarak adeta küllerinden doğmuştu. Aynı yıl Türkiye, dünya tekstil ihracatında %4,2 payla 4. sırada yer almıştı.
Ancak bu yükselişin kalıcılığı sağlanamadı.
Tekstil ihracatı 2025’in ilk yarısında ise sadece 4,7 milyar dolar düzeyinde kaldı. Bir zamanlar bütün ihracatımızın neredeyse 5’te 1’ine karşılık gelen tekstil sektörünün ihracattaki payı %10’un altına inmiş bulunuyor.
Tabii ihracat yavaşlayınca, siparişler seyrekleşince; bunun doğal sonucu olarak, fabrikalarda çarklar yavaşlıyor, üretim azalıyor.
2025’in ilk yarısında tekstil imalatı %3,1, hazır giyim üretimi %8,6 küçülmüş.
Bu olumsuzlukların hepsi istihdama da yansıyor elbet.
Türkiye’de genel olarak işsizlik oranı %10’un altında seyrederken, hatta %8,5’ları test ederken, maalesef tekstil cephesinde tablo daha endişe verici:
Sektör temsilcileri son bir yılda 135 bin kişinin işini kaybettiğini ve bu yıl sonuna kadar bu rakamın 175 bine kadar ulaşabileceğini belirtiyorlar.
NEDEN BÖYLE OLDU?
Aslında gelinen tablonun arkasında tek bir neden yok.
Birbirini tetikleyen çok sayıda dinamik, Türk tekstilini son yıllarda zora soktu.
Öncelikle üretim maliyetleri hızla arttı.
Enerji, işçilik ve hammadde fiyatlarındaki yükseliş Türkiye’yi pahalı bir üretim üssüne dönüştürdü.
Bir çalışanın aylık maliyetinin birkaç yıl içinde birkaç katına çıkması, konfeksiyon tarafında rekabeti neredeyse imkânsız hale getirdi.
Aynı dönemde döviz kurları, enflasyonla mücadele politikaları nedeniyle baskı altında tutuldu.
Bu da ihracatçının maliyet artışını fiyatlara yansıtamamasına yol açtı.
Kârlılıklar eridi, siparişler ise yavaş yavaş komşu ülkelere kaymaya başladı.
Yakın coğrafyadaki üreticiler (Mısır, Tunus, Bulgaristan) düşük işçilik maliyetleriyle avantaj kazandı;
Uzak Doğu’daki rakipler (Bangladeş, Vietnam, Çin) ise ölçek ekonomisi sayesinde fiyatları daha da aşağı çekti.
Türkiye, bir dönem Avrupa’ya en hızlı teslimat yapan üretici iken, bugün maliyet bakımından yüzde 40-50 daha pahalı hale geldi.
İç piyasa da dış pazar kadar zorlayıcı.
Artan kira ve personel giderleri, perakende fiyatlarına tam yansıtılamadı.
Enflasyonun altında kalan satış fiyatları, iç talebi daralttı. Yüksek enflasyon alım gücünü de olumsuz etkilediğinden iç talep bir türlü artamadı.
Bir diğer etken, sektörün dönüşüm hızının yavaş kalması.
Bazı firmalar Ar-Ge, dijitalleşme, enerji verimliliği gibi alanlarda ciddi adımlar atsa da, genel tablo hâlâ geleneksel üretim yapısına dayanıyor.
Dünya sürdürülebilir üretim, yapay zekâ destekli tasarım, atıksız boyama teknolojileri gibi alanlara yönelirken; Türkiye’de bu dönüşüm sınırlı kaldı.
Pazar payındaki gerileme artık rakamlara da yansıyor.
Türkiye’nin hazır giyim ihracatındaki payı 35 yıl aradan sonra yeniden yüzde 3’ün altına indi.
İhracat düşerken ithalat artıyor; birçok üretici faaliyetini durdurmak zorunda kalıyor.
Bu tablo, bir zamanlar dünya vitrininde parlayan sektörün bugün yeniden denge arayışına girdiğini gösteriyor.
Üstelik devletin bakışında da bir yön değişikliği var gibi görünüyor. Teşviklerin odağı artık teknoloji yatırımları ve savunma sanayi.
Tekstil, eski “lokomotif” konumunu sessizce kaybediyor.
ADIM ADIM YAPILMASI GEREKENLER
Peki biz ne yapacağız, dükkanı kapatıp gidecek miyiz?
Elbette hayır.
Bu kadar istihdam sağlayan, bu kadar bilgi birikimi oluşturmuş bir sektörü gözden çıkarmak, memleketin hafızasını silmek anlamına gelir.
Ama yeniden yapılanmak şart!
Türkiye artık sadece ucuz işçilikle değil, akıllı üretim ve katma değerli ürünle rekabet etmeli.
Bunun için ilk adım olarak, sektörü “klasik tekstil” anlayışından çıkarıp “teknoloji odaklı bir üretim modeli” içine taşımamız gerekiyor.
Örneğin; medikal tekstil, savunma ve otomotiv kumaşları, akıllı elyaflar, su geçirmez–nefes alan malzemeler gibi niş alanlarda Türkiye’nin bilgi birikimi var.
Bu ürünlerde Ar-Ge ve tasarım destekleri artırılmalı, ithalat vergileri ve yatırım teşvikleri bu alanlara yönlendirilmeli.
İkinci adım ise enerji ve su verimliliğine dayalı yeşil dönüşüm.
Bugün artık, Avrupa Yeşil Mutabakatı’na uyum, ihracatın ön koşulu haline geldi.
Boyahanelerde su geri kazanımı, düşük kimyasal kullanımı, karbon ayak izi ölçümü gibi yatırımlar vergi avantajı ve finansman desteğiyle teşvik edilmeli.
Üçüncü adım, dijitalleşme ve otomasyon.
Robotik dikim hatları, sensör destekli kalite kontrol sistemleri, yapay zekâyla tasarım ve numune hazırlama gibi uygulamalar artık geleceğin değil, bugünün rekabet şartı.
Bu dönüşüm için KOBİ’lere yönelik özel kredi ve leasing modelleri oluşturulmalı.
Dördüncü adım, tasarım ve markalaşma merkezleri.
Üretim kısmı Mısır gibi düşük maliyetli ülkelere kayabilir; ama tasarım, Ar-Ge ve marka yönetimi Türkiye’de kalmalı. Zaten Mısır gibi ülkelerin bunu gerçekleştirmesi de mümkün değil. Orada rakibimiz olamazlar.
Beşinci adım, ihracat lojistiği ve finansman reformu.
Liman, gümrük, taşıma süreçleri hızlandırılmalı; “textile express” tarzı hızlı ihracat hatları kurulmalı.
İhracatçıya uzun vadeli, uygun faizli yatırım ve işletme kredileri sağlanmalı; finansmana erişim basitleştirilmeli.
Altıncı adım ise insan kaynağı.
Tekstil artık “mavi yaka” değil, “akıllı yaka” işi.
Meslek liseleri, üniversiteler ve özel sektör birlikte çalışarak dijital tekstil teknolojileri, sürdürülebilir üretim ve tasarım alanlarında yeni nesil programlar oluşturmalı.
Son olarak, sektör yeniden stratejik öncelikler listesine alınmalı.
Savunma, otomotiv, teknoloji kadar; tekstil de bu ülkenin üretim kültürünün en önemli parçalarından biri, öyle değil mi?
Doğru politikalarla yeniden dış ticaret fazlası veren bir yapıya dönmek gayet mümkün.
Ama bunun için sektöre “nostaljik bir geçmiş” değil, “geleceğe dönük bir vizyon” gerekiyor. Devlet teşvik mekanizmalarını ancak bu şekilde harekete geçirmek mümkün olabilir.
Sektörün gidip sadece “döviz çok düşük, bir zahmet kuru serbest bırakın” diyerek sonuç alamayacağı neredeyse kesin! Hele de bu konjonktürde!
SON SÖZLERİM
Tekstil, Türkiye’nin DNA’sında var.
Ama sektörün bugün yeniden bir yön tayinine ihtiyacı var.
Öyle anlaşılıyor ki; ne salt ucuz işçilikle, ne de geçmişin başarı hikâyeleriyle yol alınamayacak.
Dünya değişiyor; rekabet artık fiyatla değil, teknolojiyle, sürdürülebilirlikle, markayla ölçülüyor.
Türkiye, yeni bir “Tekstil Stratejisi 2030” belirlemeli.
Bu strateji; üretimden markalaşmaya, çevreden dijital dönüşüme kadar her aşamayı kapsamalı.
Devletin ve özel sektörün ortak vizyonuyla, tekstil yeniden “katma değerli üretim” eksenine oturtulmalı.
Aksi halde bir zamanlar “lokomotif” dediğimiz bu sektör,
tarihin tozlu raflarında sessizce yerini alacak.
Oysa bu ülkenin sanayi belleği buna izin vermemeli.